1950’li yıllarda, Jacques Cousteau’nun küçük denizaltısıyla Akdeniz ve Kızıldeniz’in derinliklerinde yaptığı araştırmaları anlatan kitapları, bize ilk kez deniz yüzeyinin altında da önceleri düşlemediğimiz başka bir dünyanın var olduğunu göstermişti. Bu kitaplarda su altının renkli ve canlı dünyasını gösteren bir ya da iki tane siyah beyaz fotoğraf bulunurdu, bunlar zihnimizde görsel çekiciliği ağır basan, renkli görseller olarak canlanır, bizleri heyecanlandırırdı. Birkaç yıl sonra da Cousteau’nun çalışmalarını sinemalarda belgesel olarak gördük, çocukluktan belleğimize kazınmış olan Jules Verne’nin “Denizlerin Altında Yirmi Bin Fersah” kitabı birden fantezi olmaktan çıkıp büyüleyici bir gerçeğe dönüştü… Ardından George Bass’ın Bodrum bölgesi çalışmaları, Bodrum Müzesinin sualtı arkeolojisi üzerinde yoğunlaşması, Serçe Limanı ve Uluburun batıkları, denizi doğal güzelliklerin, balıkların dünyası olmaktan ötelere götürüp ilk kez uygarlık tarihi ile birlikte düşünmeye yönlendirdi bizleri. Buraya kadar ana çizgileri ile değindiğimiz sürecin yarattığı heyecanın, elinizde tuttuğunuz bu kitabın da altlığı olarak olmaktan çıkıp büyüleyici bir gerçeğe dönüştü… Ardından George Bass’ın Bodrum bölgesi çalışmaları, Bodrum Müzesinin sualtı arkeolojisi üzerinde yoğunlaşması, Serçe Limanı ve Uluburun batıkları, denizi doğal güzelliklerin, balıkların dünyası olmaktan ötelere götürüp ilk kez uygarlık tarihi ile birlikte düşünmeye yönlendirdi bizleri. Buraya kadar ana çizgileri ile değindiğimiz sürecin yarattığı heyecanın, elinizde tuttuğunuz bu kitabın da altlığı olarak de yol açmıştır.
Ülkemizde sualtı arkeolojisinin batıklarla sınırlı olarak ele alındığı yıllar, bilim dünyasında hızlı gelişmelerin yaşandığı, önceleri farklı olarak görülen bilim alanlarının giderek birbirlerine yakınlaştığı yıllardır. Bu bağlamda, bugün genel olarak “jeoarkeoloji” başlığı altında topladığımız yer ve çevre bilimleri ile arkeoloji arasında yeni bir ara yüz gelişmiş ve bu hızla “batık topoğrafyalar” üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu süreçte, her ne kadar Prof.Dr. İlhan Kayan başta olmak üzere birçok doğa bilimci ülkemiz kıyılarının hareketliliği, genç tektonik hareketler ile iklim salınımlarının neden olduğu batık topoğrafyalar ve bütün bunların kültür tarihi üzerindeki sonuçları üzerinde ısrarla durmuşlarsa da, yakın zamanlara kadar maalesef bu yaklaşımın arkeoloji dünyasına tam olarak yansıdığını söylemek pek olası değildir. Çoğu zaman meslektaşlarımız, liman kenti olduğu halde bu özelliğini yitiren Troya, Efes, Edirne gibi kentleri ya da bir kısmı halen karada olup da deniz altında devam eden liman yapılaşmalarını neden ve nasılını sorgulanmadan tarihsel bir olgu olarak tanımlanmakla yetinmişlerdir.
Bu kitabın yazarı Alper Gölbaş ile tezi üzerinde çalışmaya başladığımızda verdiğimiz ilk karar yukarda değindiğimiz sorun çerçevesinde sualtı arkeolojisini “batık gemiler” döngüsünün dışında ele almak olmuştu. Gölbaş’ın yapacağı çalışmanın ilk hedefini de “dünyada belli temeller üzerine oturmuş sualtı arkeolojisi uygulama yöntemlerinin, genel çerçevesinin çizilmesi ve ülkemiz koşullarına uyarlanması” olarak tanımlamıştık. Tez süreci içinde Alper Gölbaş sualtı arkeolojisini en geniş kapsamı ve sorunsalları ile birlikte ele aldı ve beklentilerimizin görülmesi gerekir. George Bass’ın sualtı arkeolojisine kazandırdığı açılım, geliştirdiği ve kamuoyuna çok etkin bir biçimde yansıtarak paylaştığı araştırma yöntemleri, bu alana ilgi duyan meslektaşlarımızın sayısını hızla arttırarak akademik yapılanma içindeki yerlerini almalarını da sağlamıştır. Ancak, ne var ki bu heyecan dalgası ülkemizde sualtı arkeolojisinin “batık gemiler” arkeolojisi ile sınırlı bir alan gibi yerleşmesine çok üzerine çıkarak çalışmayı elinizdeki bu kitabı oluşturan düzeye getirdi.
Bu kitap her şeyin ötesinde ‘gemicilik ‘(nautical) ile ‘denizcilik’ (maritime) arkeolojileri arasındaki sınırı çok açık olarak tanımlayarak, ülkemizde akademik alan olarak yeni yeni gelişmekte olan sualtı arkeolojis
Renk Bilgisi
karışıkçokrenkli